Ne mi Düşünüyorum?

Ne mi Düşünüyorum?

21 Aralık 2011 Çarşamba

Birayı Neden Sevmiyorum


 Bugün yine içerken biranın tadını neden sevmediğimi anladım. Her içtiğimde, hayır hatta her yudumda aklımın içinde yankılanan bu sinir bozucu boktan sesten bu cevap sayesinde kurtulabileceğimi hissettim. Hiç küçümsenecek bir sevinç değildi. Ömür boyu sürecek bir partinin hazırlıkları bitmişti sanki. Ve zaman zaman derinlemesine aradığım bu cevabın ansızın gözümün dibinde bitmesi de ayrıca cevapların bazen arayarak bulunamayacağını hatırlattı. İçe doğuyordu bazen cevap. Ansızın. Belki başka cevaplar da her an yanımızdadır diye düşündüm. Ve bir cevap daha aradım o anda. Tabi yine aynı şey oldu, bütün cevaplar kaçıştı soruların arkasına. Sikeyim dedim aynı hataya yine düştüm. Halbuki cevaplar aranarak bulunmuyordu bazen dememiş miydim kendime?

  Korkuya kapıldım. esas mevzunun götüm götüm uzaklaştığını hissetmiştim çünkü. Aranan bir cevabın önünde belirmesi gibi evrenin bana bahşettiği ultra muhteşem bir hediyeyi kaybediyordum az daha. O kadar çok hediye kaybettim ki. Hep bir umursamazlığın gözyaşıydı onlar. Düşüncelerim dalgalanıyor, çığ gibi yığılıyordu adeta. Boklu bir tuvalet kağıdı geldi aklıma ve o sırada sinirlendim. Tam olarak neye sinirlendiğimi söyleyemeyeceğim, ancak dur dedim yapma, yapma. Biraz önce bira içerken birayı neden sevmediğini keşfettin sen. Artık böyle şeylerle vakit kaybedemezsin, önemli bir insansın. Acaba bu birayı ilk yapan adam her kimse bunu hesaplamış mıydı?. Ama öyle olsaydı birayı kimse sevmezdi ama herkes yine içerdi.Muhteşem bir insan olduğumu fark ettim bir kez daha. Sonra gözüm bir şempanzeye takıldı. Ağaçta oturmuş bir şeyler düşünüyordu. Ulan şempanze sen çok yaşa dedim güldüm ve kanalı değiştirdiler. Her şey bir işaret gibiydi ve üçüncü büyük bardak biram bitmişti. Konu dağılmasın diye siktiminin birasından bir tane daha söyledim. Hele o en soğukken tadılan ilk yudumun çirkinliği, betimlemeye bir edebiyatçının yetmeyeceğini anlayıp bir bilim adamı aradı gözlerim. Oralarda dolanan alkolik bir arkadaşım yardımıma koştu ve bir bira söyledi. Arkadaşımın göğüsleri yusyuvarlak top gibiydi götü de karpuz gibiydi, anlık bir amı nasıldır acaba diye bir hayal etme refleksi belirdi ki hemen durdurdum. Dur, dedim dur orospu çocuğu, dur. Boş hayaller kurma zaten biliyorsun ya amını. Burnuma kızarmış et kokusu gelince arkadaşım şu amına koyduğum birasını çok seviyorum dedi. Şaşkınlıkla gözlerinin içine bakmak istedim ama bira dudağının üstüne köpükten bir bıyık yapmıştı. Karşımda sırıtıyordu. Hemen ağzına vurdum bir tane. Bira olmuş sildim dedim. Sikseydin dedi. Acı dedim, hem acı hem de soğuk benzin gibi bir şey bu bira. İlaç ilaç dedi karı. Evet ilaç gibi. Bir şekilde iyi geliyor ve aşırı dozda hemen zehirlenip hastanelik etmiyor, önce rezil rüsva ediyor sonra gerekirse hastanelik ediyor.
    Heyecandan erekte olmuştum adeta. Ona birayı neden sevmediğim halde içtiğimi söylemek için erken boşalacaktım ki içtikçe iyice sapıttığımı farkettim. Bulduğum cevabı toparlamaya çalışırken saçmaladım. Aha işte dedi piç karı karşımda poposunu ısırmışlar gibi, ve devam etti halime bakıp; Birayı işte bu yüzden seviyorum diye bitirdi sözünü. Beni gafil avlamıştı.

25 Eylül 2011 Pazar

Evsiz

 

 Belki de biz, Bulutların üzerindeki bir sirkten topla fırlatılıyoruz yeryüzüne. Kahkalarla uğurlandığımız yerden gözyaşlarıyla kalkıyoruz. Yumuşacık tüylerimiz yanıyor sıcaktan. Kulaklarımız duymaz oluyor patlamadan. Zar zor görüyoruz önümüzü dumandan. Öyle derin bir korkuyla, alkış sesleri bekliyoruz yolumuzu bulmak için. Sirkin ışıklarını arıyor gözümüz tanrının ışığı yerine. Bütün bu travmanın etkisiyle korkuyoruz belki ömür boyu. Hep bir şeylerin kıyısını arıyoruz, Yüksek yerler bekliyoruz hayattan, çıkıp atlıyoruz gemilerin direğinden. Ağlamalarımız sesleniştir belki geldiğimiz yere. Bunalmak kaçınılmaz oluyordur bu bodrum katında. Top çeviriyoruz ayaklarımızla, kanatlarımız koptu diye. Doğamızı taklit ediyor çırpınışlarımız belki. Uçacak yer arıyoruz. Asfaltlara yapışıyor ayaklarımız, ip üstünde duracağı yere. Fitili yakan ateşe üflüyoruz canımız sıkıldığında belki.
    
   Durduk yere özlememiz neden, neden hep bir hayal ürünü oluyor en çok özlediklerimiz. Bir yerlerden bildiğimiz bir şeyleri çağırıyoruz belki. Gelmediği zaman isyan ediyor vücudumuz. Geçirdiğimiz her kriz, yeni bir düşüş oluyor. Gözlerimiz kapanıyor, vücudumuz kasılıyor diye. Kötü hissetmemeliyiz belki. Bu çektiğimiz acı kırılacak kemiklerimizden korktuğumuz içindir. Ait olmadığımız bu yerin iklimi, belki sadece kuşlar ve bulutlar için uygundur. Ve belki biz o sirkten orada da beceriksiz olduğumuz için kovulmuşuzdur. Bilmiyorum..
  

3 Ağustos 2011 Çarşamba

SIKINTI

          Her şey bir Perşembe günü başladı. Perşembe. Perşembe. Cumanın gelişini haber veren bu umut dolu gün; uyandığımda üzerime oturmuştu. Gözümü açar açmaz birşeyler demeye başladım kendime. Halbuki çoğunlukla yataktan kalkar, evin içinde dolanır, boş olduğunu bildiğim buzdolabının kapısını açar öyle başlardım kendimle konuşmaya. Perşembeleri buzdolabı  gibi.  Bir şeyin değişmeyeceğini bile bile cumaya kapı açıyorsun.  Düşünceler düşünceler düşünceler, şu anda yazdığım şeye bakamıyorum . Arada sırada bir hata yapmış mıyım diye kontrol etmek ya da takıldığım yeri hatırlamak için göz atıyorum sadece.. Beyaz fonun üzerine dizilen harfler ve onların düzenliliği gözlerimi yoruyor, aklımı karıştırıyor.  Bu yüzden perşembeden vazgeçiyorum şu anda. Geçen gün bir arkadaşım “tol” adlı bir romandan bir kısım okudu bana. Sıkılmakla ilgili. Sıkıntının öldürücülüğünden bahsediyordu.  Çok doğru gelmişti. Gerçekten de sıkılmak, kişinin bütün benliğini  ayağının altından iç gıcıklayıcı bir hisle çalabileceği bir durum. Gerçek sıkıntıdan bahsediyoruz tabi. Bir nedeni olmaksızın geliveren, senin bütün rutinini alt üst eden. Zihninde her şeyi yapmak istersin ama bedenin hiç bir şey yapacak durumda değildir. Ne gücü vardır buna ne de inancı. Sanki bütün hayatın böyle geçmiş gibi hissedersin. Ve de böyle geçecek gibi. Yani bütün hayatın o ana tıkışıverir. Sıcakta yapış yapış bir organizmasındır. Gözyaşı dökecek neden ararsın ama ruhun çekip gitmiştir. Kalan küçücük beyninle planlar kurar, fikirler üretmeye çalışırsın, fakat dikkatin o kadar çabuk bozulur ve kafanın içindeki o yoğun uyuşukluk hissine o kadar güçlü saplanırsınki, kendine kızacak vakti bile bulamadan göz kapakların ağırlaşıverir. Göğüs kafesinin içindesindir sanki. Dünyanın en tembel en şişman, en yararsız insanının göğüs kafesinin içinde kilitli kalmışsındır.  Zaman, zamanın geçişi anlayamayacağın bir algı düzeyinde kalmıştır. Ne sen ona yetişebilirsin ne o sana. Hep kötü tesadüfler olur aranızda. Zamanın geçmesini istersen o sadece durur, çenesini biraz yukarı kaldırır gözlerini aşağıya doğru döndürür. Sen hep aldığı bu pozisyondan ötürü sana bir şey soracağını sanarak beklersin, beklersin, beklersin. Sen çok uzun süre beklersin. Ama o rahatsız edici bakışından ödün vermeden durduğu için. Hiç geçmemiştir zaman.  Normalde zamanla olan ilişkini bitirmek için kullandığın uyuşturucular, şimdi zamanın kafasını etkiler. Yalnızlığın dibini yaşarsın. Ne bir şeyler yapmak için zamanın vardır. Ne de boş boş oturmaktan keyif alırsın bütün gün. Hava sıcaklığı ve yaşamınla ilgili kaygılar ince ince kıyar ruhuna. Kim olduğunun ne yaptığının önemini  yavaş yavaş tüketir sıkılmak.  Bir Perşembe gününü bahane edersin bir şeyler karalamak için, buzdolabı gibi dersin. Ama sonra parmakların acır, hızla soğuk bişiyler içersin. Biri gelir, gitmesini istersin, geri gelsin istersin.  Tembelliğine bahane edersin edebiyatı. Uzayan tırnağına takarsın.  

6 Mart 2011 Pazar

Kim o?

Eskiden kapıdan bağırırdık arkadaşlarımızın adını,
Biz birine bağırırdık üçü çıkardı dışarı.
Sesimiz kısıldı şimdi, sağırlaştık,
Düğmelerden okuyoruz isimlerini,
Şarkımız ölü bir kuş sesi.
Ve maalesef,
Bizler alışmışız,
zillere basıp kaçmaya,
onlar alışmışlar,
kapıları açmamaya.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Hacivat

          Hücresine geri döndüğünde ilk iş ortalığı toparladı. Eskiden kalma hiçler anıları anımsattı. Kurduğu hayalleri yinelerken bir şey çarptı yüzüne. Duvarlar kış vakti inen bir tokat kadar soğuktu. Isınmak için bağdaş kurdu yatağına. O yatak dayanılmaz derecede yalnızdı. Bir gölge yürüdü. Bir kız çocuğu salıncakta sallanıyordu. Boş bir kağıda yazı yazar gibi gölgelerle doldurdu duvarları. Geçmişin zihinde tekrar yaşanması ancak sahipleri olmayan gölgeler kadar gerçektir diye düşündü. Ama bu gerçek dışı seyir gerçeğin kendisini gölgede bırakacak kadar da etkiliydi. Gölge oyununu bıraktı. gitmedi dondu gölgeler. Örtündü. Gözlerini kapadı. Sınırı geçme dedi kendine. Geç...

31 Ocak 2011 Pazartesi

Çamur

      Kadın o gün çıktığında, biraz yürüyüp hava alma ihtiyacı hissetti. Hep bir çiselemeden ibaret olan yağmur bir yıldır hiç durmadan yağıyordu. Her yer çamur içindeydi. Yağmur ne artıyordu ne azalıyordu. Hep aynı ritimde, hep aynı sıcaklıkta, aynı sesi çıkararak. O kadar alışılmıştı ki yağmura, artık sanki yağmur ıslatmıyor, insanın derisi kusuyordu. Dört bir yanı suyla çevrili bir balık gibi yüzüyordu sokakta.  Bir park vardı yanında. Bir iki çocuk dolanıyordu etrafında. Gidecek en güzel yer gibi gözüktü ona ve parka doğru yürüdü. Ayağında ezilen çamurlaşmış toprak yürüyüşünü ağırlaştırıyordu. Yavaş yavaş yürümeye karar verdi çamurun izin verdiği kadar içine girerek. Salıncağa oturdu hafif hafif sallanmaya başladı. Sonra indi salıncaktan, ayağı çamur birikintisinin içine girdi.  Ayakkabısına ve paçalarına çamur bulaştı. Yaşadığı rahatsızlık onda hemen eve koşup banyo yapmak ardından da kaloriferin yanına oturup yumuşak kıvamlı bir şarap içmek isteği uyandırdı. Hep yaptığı şeyler. Bu fikirden nefret etti. Daha biraz önce sallanırken parçası olduğu şeylerden kurtulmak istiyordu. Şimdi ise sevdiklerine sığınma isteği... bacağını hızla çamurun içine vurdu, paçaları iyice çamur içinde kaldı. İğrençti. Etine değen ıslaklıklığı hissediyordu. Hava biraz daha kapandı. Öbür bacağını vurdu yere. Vuruşunun şiddetinin artmasından olsa gerek çamur paltosuna kadar sıçradı. Katlanılmaz bir kirlenme hissi oluştu. O anda ya devam edecek ya da oradan kendisinden utanır halde korkarak uzaklaşacaktı. İçinde oluşan belli belirsiz merak duygusu fazla düşünmesine izin vermedi. Hınçla bir kez daha sıçradı, çamur...  Bu sefer ki kuvvetliydi, öyle ki, soluğu hızlanmış bacaklarındaki etler sallanmıştı. Yorgunluğuyla ilgilenirken sol gözünün yanına gelen saçında bir parça çamur olduğundan şüphelendi. Eliyle yokladığında. Parmaklarına bulaşan çamurla yüzleşti. Çamura bakıyordu. Yalnızca çamur muydu onu bunca meşgul eden. Karşısında biri mi vardı. Bu düşünce onu tiksindirdi, karşısında kimseyi istemiyordu. Yaptığını destekleyecek ya da ona durmasını söyleyecek kimseyi. Karşısında kimse yoktu.  Karşısında ki kimse değildi. Kimse karşısına çıkmıyordu. Çamur yalnızdı. Böylesine bir özgürlük duygusu. Böylesine bir tedirginlik. Böylesi bir bencillik. Parmaklarındaki çamuru daha fazla kurumadan kokladı. Eline yaydı. Bir kez daha sıçradı ve ardından çamura tekme attı. Üstü başı artık herkesin çamura bulandığını onaylayacağı kadar batmıştı. Bir daha, bir daha, bir daha, zıpladı, soluk soluğa kaldı. Bir iki kez olduğu yerde nefes alıp bir kez daha tekme attı ve ayağı kaydı... Diğer ayağı da yerden kesildi. Düşmekteyken, iki ayağı da yerde değilken, Uçuyordu.  Yere oturduğunda kalçası ağrıdı, tangasından içeri sızan çamurlu su, uzun süredir unuttuğu türden bir ıslanmaydı. Çamurun içine yattı. Parmaklarını çamurun içine batırdı, Bacaklarını iki yana açtı. Çamurun bütün vücudunda gezmesi için yuvarlanıp kıvranmaya başladı. Paltosunu sıyırdı parmaklarıyla çamuru göbeğine ordan da göğüsüne sürdü. Bir inleme sıyrıldı dudaklarından. Sonrasını hatırlamıyordu ancak ben yaşadıklarını şöyle özetleyebilirim. Kendisini kaybettiği zaman herşeyi unuttuğu ana denk geliyordu. Her şeyi unutmuştu ve herşeyi ve fazlasını tekrar yaşıyordu. Hayatı bir bütün olarak her yerinde yaşıyordu. Hafızası ölmüştü hiç bir şeyi hafızasına almakla zaman kaybetmiyordu. Zaten “zaman isteyen” hiçbir şey yoktu orada. Bir hayvan gibi dövünüp vücudunun her yerini çamurla doldurdu. Hareket etmese, geçmekte olan birisinin orada bir insan olduğunu anlaması mümkün değildi. Bir maymunun pislik içinde ayin yapmasına benziyordu. Özgürce bağırıp özgürce yaşıyordu. Kafası çok yukarılara bir yerlere yükselmişti. İşte dedi kendine, herşey benden ibaret, herşey bana ait, istediğim herşeyi yapabilirim.
          Tam o sırada o geçmekte olan kişi kadını sarsmaya kendine getirmeye çalıştı ve başardı. Ancak kadın kendinden asırlarca uzağa fırlatıldığını hissetti. Zamanla bir kez daha tanıştı. Çıplak olduğunu farketti. Kendisini sarsan kişiye yoluna devam etmesini söyledi. Tekrar yalnız kaldı. Bu hale nasıl geldiğini bilmiyordu, çamurun içinde titriyordu. Kıyafetlerini buldu. Çok üşüyordu. Kıyafetleri kilolarca daha ağırdı. Onları teker teker giydi. Ağzına ve burnuna kaçan çamur nefes almasını engelliyordu, ayakta durmak çok zordu. Tükürdü. Ağzının ve burnunun içini iyice temizledi.  Yağmur aynı şekilde yağıyordu. Ayakkabasını; çoraplarını giymeden giydi çünkü çoraplarını bulamadı. Kendisini çok kirli ve çok kötü hissediyordu. Kafasında, gövdesinde ve kasıklarındaki hoş titreme olmasaydı hastaneye giderdi. Ağırlaşmış bedenini eve doğru sürüdü avcuna biriktirdiği yağmur damlalarıyla gözlerini temizledi. Tek istediği eve gidip banyo yapmak, ardından kaloriferin yanına oturup yumuşak kıvamı olan bir kaç kadeh şarap içmekti, tek istediği bu olduğu için nedenini anlamadığı bir utanç duydu... 

30 Kasım 2010 Salı

..........

   Hatırla. Mutlaka olmuştur. Dedi. Gözlerini dikmiş tavandaki bulutları izliyordu. Saat kaç?. Hayır. Bakmayacak saate. Bakmıyor. Kaç saat uyudu?. Kaçta uyudu?. Kaçtı uyandı?.  İçeride nedenini tanımlayamadığı bir endişe. Geç kalmıştı ama neye. Belki bir söze. Olabilir. Uyanır uyanmaz kafası karışmıştı. Dinlenememişti yine. Ne kadar zamandır yorgu... susturdu kendisini. Sorma. Kapat gözlerini... Hatırladı.  

   Bilirsin bazen anlıkta olsa içinde bulunduğumuz günü unuturuz. Karşıdan karşıya geçerken annenin elinden bırakması gibidir. panikleriz. Hemen hatırlamamız gerekir. Yaşamaya devam etmemiz için hangi günde olduğumuzu hatırlamalıyızdır. Nefes alabilmek için gereklidir bu. Salı mı yok salı geçti salı geçtiyse perşembe yok haftasonu bugün evet pazar. Bugün günlerden pazar. Derin bir nefes al. Kaybolmadın. Kıyısından döndün. Yaşadığın programa geri dönebilirsin. Artık gerçeklik yok. Söz ver kendine. Kötü bir deneyimdi. Bir daha günleri unutmak yok. Terledin. Duş almalısın.

  Hiç laf yok bu sefer. Yok laf sana, öbürüne, diğerine. Laf yok gerçek hayat dizisindeki oyunculara. "İyi güzel de" cilere... Ama o neden gözleri tavanda, unutulmuş. Bu tavandaki bulutlar ne zaman leke oldu diye düşünüyor;
Hatırladığında bulunduğu günü. Yataktan kalkma vakti gelmiştir dedi. Yapacak hiç bir şeyi olmamasına rağmen, günlerle hatta zamanla gerçek hayattakiler gibi somut bir bağı olmamasına rağmen. Panikliyor zamanı unuttuğunda. Annenin elini bırakmak hala mı bu kadar zor?. Neden?

  Zaman... Bu yoğunlaşmış, jelimsi sıvının içinde olmamak neden bu kadar zor. Hem onun içine girmediğinde yaşlanmıyordur insan. Ama anlamıştı bunu da. Dediği bir şey vardı önceden. Yalnız kalırsın zamanın dışında. Şimdi görüyor ki bu yalnızlık... ölümsüzlüğün üstünü kapatabilecek kadar yoğunmuş. Ve sen yaşlanmasan, ölmesen bile. kimse seni bilmezmiş.
  Kalkma şimdi, kapat gözlerini. Gidecek bir yer yok. Yapacak bir iş yok. Bırak aksın düşünceler. Bırak aksın. Akan her şeyin bir sonu var. Bitecek birazdan. Düşünceler kaybolacak. Bomboş kalıyor bedenin. Savunmasız. Uzakta birini görüyorsun. Net değil şu an bulanık. Bırak aksın. Netleşiyor. Bırakınca netleşiyor. Gözümün önünde bir ayna. Bırak. Bırak. Bir soru çıkıyor ort...cev....p ..y.....k  bır....k...k...

  Bİlirsin bazen bilinçsizce de olsa kibar kibar horlarsın uykunda. Kimse rahatsız olmaz bu sefer, kimse uyandırmaz seni. Bunca zamandır nefes alıyorsan, hep o uyanışlar sayesindedir.